Kahramana dair ne varsa

Anlatacak çok şeyi olan akademisyen Volkan Yücel Bilgisayar ve Eğitim Teknolojileri’yle başladığı eğitimine İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde sinema-televizyon üzerine yüksek lisans yaparak devam etmiş, onun da üzerine bir diğer medya, sanat ve felsefe yüksek lisansı ile sosyoloji doktoraları gelmiş. Kahraman’ın Yolculuğu adlı kitabından hareketle Yücel’le kahramana dair ne varsa konuştuk.

Beykent Üniversitesi’nde Yardımcı Doçentlik görevinin yanı sıra yaptığı araştırmalarla günümüz modern insanının neden/nasıl’larına ışık tutan Volkan Yücel Kahraman’ın Yolculuğu adlı çalışmasında, 2000’li yıllarla birlikte seyretmeye başladığımız ve bir Suç Kahramanlığı etrafında kurtarıcı erkeğin rolünü, erkeklik temsiliyetini, muhafazakârlaşan bir toplumsal alanda yüceltilen mitik erkekliğin değişik veçhelerini konu edinen yerli dizi ve filmleri ele almış. Kitabından hareketle Yücel’le kahramana dair ne varsa konuştuk.

Bu çalışmayı yaparken motivasyonunuz neydi?

Birincisi zevk aldığım için izliyorum, sevdiğim şeyleri izliyorum. İkincisi izlediğimde gördüğüm şey çok büyük keyif veriyor. Sanatın birtakım kuralları var. Sanat öyle kafaya göre teknikten uydurulan bir şey değil, dolayısıyla arkadaki tekniği inceliyor olmak, o gözle bakıyor olmak benim için çok büyük zevk. Ben bir şeyi izlediğimde ne kadar katlanılmaz olsa da öyküleme açısından izlediğimde katlanabiliyorum. Zaten aslında bu kahraman, şiddet ve erkeklik içeren hikayeler de aslında aşağı yukarı tek bir hikaye. Dolayısıyla öykülemenin nasıl değiştiğine bakıyorum, bazısında ses, bazısında renk daha önemli, hikaye hep aynı zaten. Starwars’a baktığında kayıp bir çocuktan bahsedebiliyoruz, Ezel’de kayıp bir eski sevgili hikayesinden bahsedebiliyoruz. Her defasında hikaye aynı olsa da öyküleme değişiyor. Bunu çözümlemek de bana haz veriyor, karakterin başına gelen acılar değil de tüm bunların arkasında ne döndüğü.

Karakterle kahraman arasındaki ayrımla başlayalım, nedir bu farklar?

Normal bir karakter basit bir özelliğini değiştirmeyi öğrenir ama kahraman tanrısal bir mücadele verir. Tabii bunun da bir bedeli vardır, bütün tanrılar kurban ister. Aynı şeyi kahraman da tekrar eder, bütün kahramanlar için kurban gerekir, kahramanlar yanındaki herkesi yitirir, kahramanın verdiği mücadelede kahraman paradoksal bir şekilde aslında kimseyi koruyamaz. Çünkü herkes ölüme karşı verdiği mücadelede yalnızdır. Ölüm karşısında herkesin mücadelesi tekil, kahraman da bizi buradan yakalıyor. Beraber ölmeyeceğiz, bu yüzden ikna edici.

Karakterin kahraman olabilmesi için ne gerekiyor?

Dünyasal her tür antropolojik problemi yatay ve dikey kesen bir mücadele veriyor olması gerekir. Mesela bunun içine parasal, ekonomik bir şey girmeli. Dünyayı, mekanı toptan değiştirecek bir başarısı olmalı. Bir kadın kahraman bulmak bu yüzden çok zor. Diziler genelinde melodram nedir şöyle özetleyeyim: ağlayan kadınlar. Ama sebebi belirsiz. Niye ağlıyor?! Niye o durumda? Sebepsiz yere ağlıyor kadın, burada bir hüzün yok, bir çaresizlik var. Hayır sen yapabilirsin. Bu dizileri yazanlar da kadınlar, 300-500 kadın oturuyor, bir ulusu ağlak kadınlar nazarında anlatıyor ve bu kadınlar çaresizler, mesleksizler. Bu çok önemli bir nokta erkeğin parasına muhtaçlar, ilişikleri çok garip ve her defa hiç akıllanmadan aynı şeylere devam ediyorlar. Mal mülk sahibi olanlar da kötü kadınlar, zaten kötü oldukları için mal mülk sahibi onlar. Yani kadınlardan alınacak hıncı çok garip bir şekilde yine kadınlarımız alıyor. Özellikle dizi dünyamızda ki her yıl 100 tane dizi yazılıyor. Senaristlerimiz kadın ve kadının şiddete maruz kalmasını yeniden üretiyorlar. Kadın kahraman yok mesela.

Kadından kahraman olmaz mı?

Bir kere erkeğine muhtaç olmamalı, böyle bir kadın portresi yok, kadın hep bağımlı, şiddet görüyor, acıları dinmeyen ve acılarını rasyonelize edemeyen bir konumda. Bunun değişmesi lazım. Bunu da kadın yazarların değiştirmesi lazım. Mesela Hero gibi, Heroine (kadın kahraman) gibi bir kahraman kalıbı var. Şimdi bunları anlatırken erkeğin erkekleşmesi gibi bakabiliriz kahramanın yolculuğuna, ama Jung’cu açıdan baktığında mesela Fight Club filmini ele alırsak, aslında kahramanın erkekleşmesi değil, içindeki kadınla barışması olarak bakıyor Jung. Böyle baktığında katman katman başka şeylerle karşılaşıyoruz. Böyle bakıldığında erkekleşmek aslında içindeki kadınla tanışmak, mücadele etmek ve onu kabullenmek oluyor. Kadın için de bunun tam tersi, kadının içindeki erkekle barışması söz konusu. Çok örneği var tabii bunun. Kill Bill’de Uma Thurman’ın karakteri mesela. Erkekleşme kadınların modernite içerisindeki kaçınılmaz modu. Bir mod o, ondan çıkabilmemiz mümkün. Filmler sonuçta mimetik şekilde hayatı taklit ediyor ama hayattan şöyle farkı var, bir filmin mutlaka sonu vardır, hayatın yok. Filmin sonu olması ilkesine tabi kaldıkça mecburen içindeki bir karakteri de kadınken kahramanlaştırdığında belli eski kalıpları tekrar etmek gerekiyor. Kılıç ustası olacaksa mecburen biraz erkekleşiyor. Şimdilik anlatı dilinin orasındayız.

Bunu illa erkek araçlarıyla mı yapmak zorunda, illa kılıç ustası mı olmak zorunda?

Bu arada filmlerin bir dış aksiyonu kadar içi aksiyonunun da olması gerekiyor, dış aksiyon dediğimiz şey de mecburen bir kılıç hikayesine girmek, bir çatışmaya girmek, bir yerden bir insanı kurtarmak, bunlar da öteden beri bir erkekle özdeşleştiği için mecburen kadın karakterin dışında değil ama içinde verdiği mücadele bir erkek mücadelesiymiş gibi gözükebilir. İçinde bulunduğumuz dünyayı erkekler yarattığı için filmi çektiğimiz nereye gidersek gidelim kadınlar hep görünmez oluyor.

Kahramanlar neden hep ölüme meydan okuyor sanki kahraman olmanın bir şartıymış gibi?

Şundan kaynaklanıyor, kahraman egoizmi temsil ediyor, biraz yapısalcı bir yaklaşım olsa da ego evrensel bir şey, nedir, hayatta kalma ilkesidir. Kahraman sıradan bir insan değildir. Bizim karakter üzerinden bir metne yapışabilmemiz için, o anlam boyutuna transfer olabilmemiz için en başından beri keşfedilmiş belli bir tekniğin bizim üzerimizde uygulanması lazım: Özdeşlik ilkesi. Bu uygulanmazsa biz o metinle özdeşleşemeyiz ve yarıda bırakırız. Hatta bu aynı zamanda hayatla da özdeşleşmemizi sağlar, sadece o metinle değil. Kahraman öyle bir yerde duruyor ki, çok sıradan biri olsa onunla özdeşleşemeyiz, kendimden aşağıda birini ben niye görsel temsilci diye seçeyim, seçmem ki, dolayısıyla kahraman aşağılık bir şey olamaz, ikincisi parasız olamaz. Parasız birinin zamanı olmaz, dolayısıyla kahraman ortalamanın biraz üzerinde olur, çok da değil, çok üzerinde olursa da olmaz. Başlangıç aşamasındaki durumundan bahsediyorum. Başlangıçtaki aksiyonuyla bitişteki aksiyonu zaten mutlaka değişmeli. Değişmezse bir kurgu olmaz, başlangıçtaki hali bizim azıcık üzerimizde olmalı çok üzerimizde olursa “superhero” olur artık onun tamamlanacak yanı yoktur. Kahraman birkaç küçük zaafı olan ama o zaafını da değiştirmek ve telafi etmek üzere yolculuğa çıkmaya hazır olan kişi demek. Bunun hayatımızdaki karşılığı ölümle mücadele etmek. Ölüm, yani hayattaki en temel mücadelemiz. Zaten bizim hayattaki bütün küçük mücadelelerimiz aslında ölüm karşısındaki mücadelenin küçük taklitleri, mesela ayrılık, onunla talim edip büyüğüne hazırlanmaya çalışıyoruz. Aşk acısı veya başarısızlık… Kahramanın bizim adımıza verdiği büyük mücadeleyse ölümü yenmek.

Kahramanlar birbirine benzer mi yoksa tek midir?

Kahramanın tanımı tek ama ona değen ve onunla melezlenen şartlar ve dönemler farklı olduğu için kahramanlar da farklılaşıyor. Eski Yunan’da talihsiz hikayeler vardır, kahramaman bir açıdan çok trajiktir. Oedipus mesela. Ama bir dönem var ki, Fransız İhtilali, o dönem devrimin bize hediye ettiği en sahte, en sulu şey melodram. Çünkü Fransız İhtilali olduğunda kitleleri belli şeylere ikna etmek için neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyen melodramları kullandılar. Olayları sorgulayan değil de kaderane bir şekilde “sen şusun, busun ,çünkü kaderin bu, doğru olan bu” diyen eserler kullanıldı. Böyle bir anlatım tekniğine ihtiyaç duyuldu, kötü adam belliydi, özdeşlik ilkesine ihtiyaç yoktu. Fransız ihtilalinin çok hediyesi var ama kendisini realize etmek için böyle bir şey icat etti ve biz bundan çıkmadık.

Kahramanlar -yani bizim kahramanlar- neden apolitik?

Bizim kahramanlarımız dünyadaki kahramanlardan bu açıdan çok farklı. Şundan dolayı bunun ülkenin gücüyle direkt ilişkisi var, Amerika her şeyi yapmaya muktedir olduğu için kahramanlar filmlerin sonunda mutlaka bir sonuç alıyorlar. Dolayısıyla sınırsız şekilde politikleşebilirler, çünkü ülkenin kendisi de alıyor o payı. Ama bizde ülke hiçbir şekilde net bir sonuç alamadığı için kahramanımızın iddiası da bir yere kadar sürüyor. Mesela adam küçük bir mahalle delikanlılığından ülkeyle ilgili her sorunu çözer hale geliyor fakat bir yerde öldürüyorlar onu, sonuç alamıyor. Bizim kahramanlarımızın tam olarak potansiyellerini gerçekleştirdiğini, kahraman olmanın o dünyasal o sosyal yönünü gerçekleştiğini söyleyemeyiz çok garip bir şekilde kurban ediliyorlar. Kahraman hemen bütün dünya kültürlerinde yok edilir, doğru, ama sonuç alır.

Mentorlar ne için var hikayede?

Hikayede zamansallık vardır. Kahraman başlangıçta kahraman değil ki, olacak. Kahramanlık gelinen bir yolculuk, sonra tekrar çıkılacak bir yolculuk. Rehber (mentor) dönen kahraman, anlatacak çok şeyi var. Metnin başlangıcında kahraman toy bir yolcu, daha önce o yolu bilen ve oradan sağ çıkabilmiş bir rehber var. Kahramanlık exchange edilen bir şey. O macera alanını daha önce ziyaret etmiş bir fikir, bir bilgelik, bir akıldan bahsediyoruz. Zaten o mücadele daha önce verilmiş, kahraman o kişiden el alıyor. Rehber kocamış bir karakter değil, babanın sırlarını bilen, toplumun problemli yerlerini bilen ehil bir bilgelik. Yani aslında bir tür süperego.

Nedir “kahramanın yolculuğu”?

Kahramanın durumu cinsiyetleri aşan bir şey, şöyle özetleyeyim. Biz kahraman deyince erkekleri anlıyoruz ama kahramanın yolculuğu diye anlatılan, aslında güneşin hareketlerini taklit eden bir tek hikaye var. Mesela Hz. İsa’nın, mevsimlerin hikayesi de böyle, aynı. Tek bir mevsim çevrimi var, güneş sistemi bize tek bir hikaye anlatıyor, tek bir şeyi tekrar ediyor, güneş ölüyor, geri geliyor. Bu bizim ölüme karşı vermemiz gereken mücadelenin tek metniymiş gibi. Ölümle nasıl mücadele edeceğiz, sanatla. Sanat ölümü katlanılır kılmak için sahte bir şey bizi hayatta tutmak için umut verici bir şey. Ama arka planda işte kadınlığı ve erkekliği aşan böyle bir hikaye var. Kahramanın yolculuğu aslında buradan, mevsimden çıkan bir şey. Sanat bize burada yardım ediyor, yoksa nasıl dayanacağız başka türlü? Kadın ve erkeği aşan, dengeli bir şekilde ölümün yüceltilmesi durumu var burada, ölüme karşı hayatı savunma var. Ölümü çok abartırsan yaşanmaz ama hayatı çok abartırsan, hayat ölümle dengelenmezse şayet, bu sefer faşizm doğar. Denge kurulmalı, bu çok önemli.

TÜRK ANTİKAHRAMANLARI

Türk kahramanının antikahraman olabilmesinin tek yolu içki içmesi. İçki içtiğinde bir zaaf oluşuyor ve o artık kahraman olamıyor. Mesela Behzat Ç. Pek çok özelliği olabilir, niye sadece içki içerek anti-kahraman olsun ki? Biz bunu çok kolaycı ve saçma bir şekilde sadece içki içirerek yapıyoruz. Bu tamamen bize özgü bir şey: İçki ve fahişeler. Zaten bir antikahramana ancak bir fahişe layık olabilir anlayışı bu, niye öyle olsun ki?

Powered by Openmedia