“İşini ciddiye alan ve seven insanlarla bu işe başladık”

Prof. Dr. Lale Duruiz… BİLGİ’nin neredeyse her taşında, ağacında, sırasında onun emeği var.

Üniversitenin kurucuları arasında yer alan Prof. Dr. Lale Duruiz, 1996-2001 yılları arasında rektör yardımcısı, 2001-2005 yılları arasında ise rektörlük görevini üstlendi. Rektörlük yaptığı dönemde Bologna’da Magna Charta Universitatum’u imzaladı.

Üniversitenin akademik ve idari yapısını güçlendirdi. Yönetmelikler oluşturuldu. Yönetim bilişim sistemi geliştirildi. Hukuk Fakültesi, Mimarlık Fakültesi kuruldu ve birçok lisans, lisans üstü programın eklenmesi sağlandı. Mühendislik Fakültesi’nin kurucu dekanlığını yaptı. Bugün, santralistanbul Kampüsü’nü oluşturan Silahtarağa Elektrik Fabrikası’nın Enerji Bakanlığı tarafından BİLGİ’ye tahsis anlaşmasını imzaladı. Dolapdere’deki yeni bina alındı.

Duruiz’in rektörlük dönemi, üniversitenin kurumsallaşması, büyümesi ve uluslararası bağlantılarının güçlendirilmesi dönemi olarak biliniyor. Halen üniversitenin İşletme Bölümü’nde öğretim üyeliğine devam eden Duruiz ile ‘Korsan Üniversite’ yıllarından BİLGİ’nin BİLGİ olduğu yıllara gelişini konuştuk.

BİLGİ’nin fikir aşamasından itibaren her anına şahit olmuş birisiniz. Bize ilk günleri anlatır mısınız?

Evet, 1994 yılında Oğuz (Özerden) ve arkadaşları, İstanbul Üniversitesi’nden hocaları ile ‘Farklı bir üniversite kursak nasıl olur?’ diye konuşmaya başlamışlar. Beni de çağırdılar. Herkes aslında  ‘Üniversite nasıl olmamalı’yı yaşamış insanlardı. ‘Beraber düşünelim’ toplantısında,  bir anda flaşlar patlamaya başladı ve ilk fotoğraflar ertesi gün basında manşet oldu. Ben ne olduğunu şaşırmıştım.

Hikaye şöyle başlıyor, Oğuz Bey London School of Economics’de (LSE) doktora yapıyor. Oradaki doktora hocasıyla konuşurken birçok ülkede LSE’nin eğitim veren kurumları olduğunu öğreniyor. ‘Türkiye’de neden olmasın?’ fikriyle dönüyor. O sırada da başka bir arkadaşından, The University of Portsmouth’un (İngiltere) da buna benzer yurt dışında eğitim verdiğini öğreniyor. ‘Acaba Türkiye’de, YÖK sisteminin dışında, İngilizlerin bu iki üniversitesinin diplomalarına yönelik, görece bağımsız bir eğitim kurumu olamaz mı?’  diye tartışma başladı.  Sosyal Bilimler alanında Türkiye’de çok iyi akademisyenler var ama o alanda yoğunlaşmış bir üniversite yok; hem de kurucuların alanı. Hayatla ve şehirle iç içe olsun, hem bizim öğrencilerimiz çevreyi hem de çevre üniversiteyi beslesin gibi ilk kararlar alındı. İlk görüşmelerde iki İngiliz üniversitesinden de akademisyenler geldi. ‘İktisat, uluslararası ilişkiler, işletme alanlarında başlar ve daha sonra bunu zenginleştirebiliriz’ diye yola çıktık. Anlaşmaları imzaladık. ‘Istanbul School of International Studies’ (ISIS) adını aldık. Diplomayı onlar veriyor ama eğitimi biz yapıyoruz. Karışık bir durum. LSE programında  sınavları kendileri yapıyor. Portsmouth’da ise eğitimi biz veriyoruz, sınavları yapıyoruz ama İngilizler gelip tekrar sınav kağıtlarını okuyorlar. Beraber değerlendiriyoruz. Böyle bir sistem kuruldu. Yavaş yavaş kurucular güvendikleri akademisyenleri kuruma çekmeye başladı. Eğitimi ciddiye alan, toplumda ve dünyada neler oluyor diye düşünen ve söyleyeceği sözü olan insanlarla başlamış olduk.

“ Adımız ‘Korsan Üniversite’ye çıktı! “

Çok büyük bir cesaret. Herkes olduğu yeri bırakıp ilk defa denenen bir sisteme geçiyor.

O sıralarda da herkes üniversite giriş sınavından çok bunalmıştı. İyi öğrenciler var ama sınavda başarılı olamamış, bir türlü istediği yere girememiş. Yurt dışına da gitmek istemiyor. Bir anda ayaklarına iki İngiliz üniversitesi geliyor. Haber çıktığında İstanbul British Council’ın telefonları kilitlenmiş. Merakla bize ziyarete geldiler. Anlaşmalarımızı ve neler yapmak istediklerimizi anlattık. Onların bildikleri ama bizim bilmediğimiz bir sistem. ‘Hem üniversite eğitimi veriliyor hem de üniversite değil. O zaman korsan üniversite’ eleştirileri başladı. İlk iki yıl gazetelerde eğitim ile ilgili köşe yazarlarının, ‘Korsan üniversite’ ve ‘Kim oluyor bunlar?’ diye yazıları çıktı. Bir yandan da İngiltere’ye soruyorlar ve vereceğimiz diplomaları kontrol ediyorlar. Bakıyorlar Toktamış Hoca (Ateş), Gülten Hoca (Kazgan) ve Asaf Hoca (Savaş Akat) var. Hepsi bilinen ve güvenilen isimler… Veliler, öğrenciler ilk binamız olan Balta Limanı Köşkü’ne gelmeye başladılar. Bizlerle tanıştılar ve zamanla güven oluştu. Bu sıralarda da kadromuz büyümeye başladı. Mete Hoca (Tuncay), Uğur Hoca (Alacakaptan), Murat Hoca (Belge), Arus Yumul aramıza katıldı. Ali Nesin yurt dışından dönmüştü, o geldi. Genç, iyi eğitim almış asistanlar katıldılar aramıza. O dönem için gerçekten cesaret işiydi. Biraz gözün kara olması lazım. Hem hocalar için hem de öğrenciler için…

Bu şekilde başlamanın başka avantaj ve dezavantajları oldu mu?

İngiliz sistemiyle başlamak birkaç avantajı getirdi bence. Öncelikle eğitimin akademik olarak denetlenmesi farklı bir uygulamaydı. İkinci bir gözün sınavları tekrar okuması alışık olduğumuz bir akademik faaliyet değildi. (Mezunlarımıza bunu öneririm: Çalışmalarınızla ilgili uzman görüşleri alın ve değerlendirin, karar sizin zaten sonunda) Fakat herkes öyle bakmadı. ‘Akademik olarak bana güvenmiyorlar mı?’ diye itirazlar oldu. Hatta bu nedenle bizde ders vermeyi bırakan öğretim üyeleri de oldu.

LSE ise 3 yıllık zor bir programdı. Sınavları da İngilizler yapıp değerlendirecekleri için bizim hocalarımız ilk yıllar biraz gergindiler. İlk yıl iki öğrencimiz vardı ve 6 hoca onlara ayrılmıştı. Sürekli metin yazdırıyorlardı. Test sisteminden tamamen çıkmaları gerekiyordu. Öğrencilerimiz de çok zorlandı ama zamanla program oturdu ve o programdan mezun olanlardan bazıları doktoraya gittiler ve döndüler, şimdi BİLGİ LSE programı onlara emanet.

Bence İngiliz sisteminin en önemli katkısı, eğitimin değerlendirilme toplantılarına öğrencilerin katılıyor olmasıydı. Her dönemin sonunda, o sınıfın hem bizdeki hem de İngiltere’deki hocaları değerlendirme kurulları yapıyor ve öğrencilerin aralarından seçtikleri temsilci de kurul toplantısının bir bölümüne katılıyordu. Kurumla, eğitim sistemiyle, öğretim üyeleri ile ilgili sorular soruluyor ve dinleniyordu. Önemli feedback’ler alınıyordu. Kültürel olarak eleştiriye o kadar açık olduğumuz söylenemez tabii…

Çok sorun yaşadınız mı bu konuda?

Zamanla alıştık gibi… Portsmouth ile ilişkimiz kesildikten sonra da kendi içimizde kurulları sürdürmeye devam ettik. O zamanlar öğrenci sayısı buna imkan veriyordu. Ve o genel anlayış BİLGİ’de kaldı. Mesela ben, rektörlüğüm boyunca öğrenci temsilcisinin üniversite yönetim kurulunda yer almasını hem önemsedim hem de sağladım. Aslında bu toplantılara katılmış olan mezunlarımızla  görüşüp, onların bu süreci nasıl yaşadıklarını da anlatsanız VİTEA’da ilginç olabilir.

Neden olmasın hocam, olabilir.

20 yıl bir üniversite için hiçbir şey değil. Buna rağmen BİLGİ, kısa sürede değerlerini oluşturup gösterebilen bir kurum oldu. Sadece sınıftaki eğitimden bahsetmiyorum. Öğrencilerle ilişkiler, akademisyenler ve diğer çalışanlar arasındaki ilişkiler farklıdır diğer kurumlardan. BİLGİ, Türkiye’de kapıları herkese açık olan tek üniversite kampüsüdür. Hiçbir zaman kimlik sorulmaz. İnsanlara güven ile ilgili bir şey bu. Siz insanlara güvendiğinizde, insanlar da size güveniyor. Olabildiğince ekonomik ve siyasi baskılardan etkilenmemeye çalışan bir kurum oldu BİLGİ, en başından beri. En hassas konularda konferanslar düzenleyebildi.

“Rektörlük dönemimi BİLGİ’nin kurumsallaşması ve uluslararasılaşması olarak tanımlayabiliriz.”

Hocam neredeyse tüm görevlerde çalıştınız. Rektör olarak, dekan olarak… Biraz bu süreçlerden bahsedebilir misiniz? Akademik özgürlükler ve kurumsal otonomi nasıl gelişti?

‘Korsan Üniversite’yken Akademik Koordinatörlükle başladım. Ama kadromuz o kadar küçük ki İngilizce hocalarını bile ben seçiyordum (Hiç de uzmanlık alanım değil).  Sürekli herkes farklı şapkalar giymek zorunda kalıyordu… Heyecan duyduğumuz bir proje olduğu için de kimseye ağır gelmiyordu. Finans, kurumsallaşma ve YÖK ile ilişkilerde zorlanıyorduk tabii ki. Ve 1996 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi’ni kurduk. Bir yandan forma girmek istemiyoruz ama bir yandan da kurumsallaşmamız gerekiyor. Öğrenci sayısı belli bir seviyeye ulaştıktan sonra her öğrencinin haklarını koruyabilmek için bir sistem kurmanız gerekiyor. Bir yandan da farklılığımızı koruyabilmek için günlerce, aylarca yönetmelikler üzerinde çalışıldı ve tartışıldı.  Ben rektörlük dönemimin hem kurumsallaşma hem de dünya ile bağlantıların kurulması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela, Avrupa Üniversiteler Birliği’ne başvurduk ve toplantılara katılmaya başladım.

1988’de Bologna Üniversitesi ile Avrupa Üniversiteler Birliği aynı akademik değerleri ve amaçları paylaşmak için ‘Magna Carta’ anlaşmasını oluşturmuşlar. Yüzlerce üniversitenin rektörleri bu metne imza atmış. Ben de Bologna’ya 50 üniversite ile beraber bu anlaşmaya imza atmaya gittim. Umberto Eco eğitim üzerine konuşma yaptı. Arkasından 50 üniversite adına benim konuşmamı istediler. BİLGİ’yi anlattım. Üniversite, rektörlük, kadın rektörlük, Türkiye üniversitelerinin orada yer almasının önemi gibi konulardan bahsettim.

Bir de ilk kendi arsamızı aldık, Dolapdere’deki ikinci binayı bu dönemde yaptık. Hatta bana ‘Emlak Rektöriçesi’ diye takılırlardı…

Sizin döneminizde kadın rektör sayısı da çok azdı Türkiye’de… Gerçi hala az.

3-4 kişiydik. Çok azdı sahiden. Ama beni etkileyen, dönemimde Öğrenci Birliği Başkanları hep kız öğrencilerden seçilmişti. Rol model teorisi çalışmıştı, ben de pek sevinmiştim. O arada dekanlarımız, yöneticilerimiz arasında da başarılı kadınlar vardı. Bir ara Asaf Hoca ‘Bu kuruma erkek kotası koyalım’ diye isyan etmişti. Ben uzun yıllar Avrupa Konseyi’nin Women in Science Helsinki Group’da Türkiye delegesi olarak çalıştım. Türkiye, Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında kadın akademisyen ve kadın mühendis sayıları açısından hep öndeydi ama o ülkeler bu konuda politikalar uyguladılar ve sayıları epey arttırdılar.

O zamandan bu zamana neler değişti?

BİLGİ olarak ‘büyüyebiliriz’ diye düşünüyorduk ama bu kadarını beklemiyorduk. En azından ben düşünmüyordum. Akademik ve idari kadrolara yeni arkadaşların katılıp kurumun hassasiyetlerini içselleştirmesi kolay değildir.

BİLGİ’deki durum nasıl?

Fena değiliz… BİLGİ’nin toplum içindeki yerinin, iddiasının değişmemesi için gene de dikkatli olmakta yarar var. Laurate döneminde öğrenci sayımız arttı ama burslu öğrenci sayımız da çok arttı.

Hocam, sanırım öğrencilerin talebiyle de gerçekleşiyor bazı büyümeler. Bazı bölümlerin mutlaka o üniversitede olmasını istiyorlar. Tercih dönemlerinde sıkıştırıyorlar.

Tabii, mühendislik mesela öyle kuruldu. Öncelikle Sosyal Bilimler alanında büyümek, daha sonra mühendisliğin eklenmesi doğru bir karardı. Kurucu dekan bendim. Bir mühendisin sadece teknik alt yapısının iyi olmasının günümüz dünyasında yeterli olmadığı çok açık. Zaten o teknikler, teknolojiler, yöntemler sürekli değişiyor. O yüzden temel bir mühendislik formasyonunun yanı sıra farklı dersler alarak sosyal, sanatsal ve toplumsal değişimin izlenecek şekilde programların tasarlanmasının  önemli olduğunu düşünüyorum. Ben fakülteyi kurduktan sonra arkadaşlara devrettim ama oradaki öğrencilerle görüşüyorum ve çok olumlu yorumlar alıyorum.  Akademik camia bazı konularda tutucudur ve biraz direnç oldu bu konuda.

Şu an vakıf üniversitesi kurmak önde örnekler olduğu için çok kolay. Fakat BİLGİ, zoru gerçekleştirdi. Daha sonra kurduğu zamanı yakalayan bölümlerle de yeniliklerin öncüsü oldu. 

Evet, Türkiye’de birçok ilke imza atmış bir kurum BİLGİ.  Yeni alanları fark edip oralara açılmak bu kurumun cesareti, esnekliği ve başarısı olmuştur.

’Keşke şunu şöyle yapsaydık’ dediğiniz bir şey oldu mu?

İlk aklıma gelen rektörken İngiliz sisteminden kredili sisteme geçtik ve kayıt sistemini oturtmak gerekiyordu. Ekip bütün bir yaz uğraştı ama kayıt günü sistemi açamadık. 3 gün ertelemek zorunda kaldık. Okulu açamamak ne demek? O zaman çok kötü olduğumu hatırlıyorum.

Hocam ben de daha büyük bir yanlışlık sandım. Sistemden kaynaklanan bir hata. Sonuçta sizin yapabileceğiniz çok bir şey yokmuş. En kötüsü bu olsun :)

Bir de Laureate Education ile beraber çalışabilirdik belki. Burası benim ve birçok arkadaşın çocuğu gibi. Tamamen karar alma süreçlerinden çekildiğimiz bir yer olsun istemezdim. Ya da keşke müzeyi ilk zamanlardaki gibi tutabilseydik ama işte ihtiyaç olunca dersliğe dönüştürmek zorunda kalabiliyorsunuz. Çok güzel sergiler düzenlenmişti orada.

Diğer kampüsler arasında santralistanbul’un ayrı bir yeri var. Tüm öğrenciler burada olmak istiyor. Haliyle dersliğe ihtiyaç da artıyor.

Ben çok ofis değiştirdim. Dolapdere’yi de Kuştepe’yi de severim. Santral başka bir mekan zaten. Ben her kampüse gelen arkadaşımı Enerji Müzesi’ne götürüp gezdiririm. Dünyada böyle bir kampüs yok başka. Roma’da aynı dönemde bir elektrik fabrikasını müze yapmışlar. Orası da çok etkileyici ama bu boyutlarda değil. Eğitim de verilmiyor.

Öğrencilerle ilişkiniz nasıl hocam? Mezunlarla görüşebiliyor musunuz?

Hani yumuşak ama mesafeli derler ya, öyle olduğum söylenir. Ama soruyu onlara sormanız lazım. Zaman zaman mezunlarımıza rastlıyorum ama çok da değil.

Yoga yapıyormuşsunuz…

Pilatese çevirdim. Yoga hocam Kanada’ya gitti :)

Öğrenciler ne kadar sabırlı bir hoca olduğunuzdan bahsediyor. Sabrınız oradan mı geliyor?

Bilmem ki. Genel de sakin görünürüm ama çok kaygılı bir insanım maalesef.

Öyle olmayınca böyle bir kurumun yönetimini üstlenmek de zor olurdu herhalde hocam.

Çok farklı ve beklenmedik durumlarla karşı karşıya gelebiliyorsunuz. Örneğin benim dönemimde türban meselesi çok canlıydı, kurum olarak çok zorlandık. Hem içerde hem dışarıda uzun tartışmalar ve yansımaları oldu.

Mezunlara söylemek istediğiniz neler var?

Bir anımı paylaşmıştım onlarla, aklımda kaldı. 2001 yılındaydı sanırım. O zamanlar bizi hem İngilizler denetliyor hem de finansal denetleme firmaları. Biz de o gün ekibin gelmesini bekliyoruz. Birkaç genç geldi. Bir baktım biri bizim mezunumuz. Nasıl sevindim. ‘İşte budur’ dedim. Mezunlarımızın gelip bizleri denetlemesi, sahip çıkması, neler olduğunu, olumlu olumsuz söylemesi gerekiyor. Biz kurduk ama diplomasını ve BİLGİ ismini taşıyan onlar. Gerçek BİLGİ’liler bizim mezunlarımızdır.

Öğrencilerinizin hiç bilmediği bir özelliğiniz var mı?

Vardır herhalde. Bazen yerimiz olmadığında rektörlük ofis katında yoga yapardık. Rektörün o kıyafetle velilerle yada öğrencilerle karşılaşmaması için on takla atardık. Ben eski basketçiyim, İzmir Altınordu takımında oynamıştım. Son 7-8 senedir de yelken konularına girdim.

Artık ‘BİLGİ’ ve ‘yelken’ benim kafamda bütünleşen iki kelime oldu :)

Evet, çok başarılı bir yelken ekibimiz var. Ama hem ilk hem de şimdiki kurucu profiline bakarsanız basketbol öne çıkabilir.

Bu yoğunluğun içinde eve çok zaman ayırabiliyor musunuz hocam?

Öyle bir niyetim olmadı zaten ama şimdi okuldaki yoğunluğum azaldığı için kendi zamanımı istediğim gibi kullanabiliyorum.

Sizin hakkınızda çok az bilgi var. İnsan her şeyi merak ediyor :)

Haklısın. Televizyona, basına çıkmayı, röportaj vermeyi sevmeyen biriyim. Rektör olmadan önce bu şartı öne sürmüştüm…

Aklıma direk Türkan Şoray kuralları geldi hocam.

Evet evet :) Bu internet çağında bile  azdır sanırım bu tür bilgiler.

Kendimi çok değerli hissettim :) Çok teşekkür ederim bu röportajı kabul ettiğiniz için. Çok güzel şeyler anlattınız…

 

tara0001

Silahtarağa Elektrik Santrali’nin İstanbul Bilgi Üniversitesi’ne tahsis anlaşması imzalanırken.

tara0002

Sabah Gazetesi’nin 13 Ağustos 1994 tarihindeki manşet haberi.

 

tara0003

17 Ağustos 1994 tarihinde Tempo Dergisi’nde yayınlanan haberin açılış sayfası

Röportaj: Pınar Karahan

Fotoğraflar: Emre Topdemir

Powered by Openmedia