İnsan beyninin sınırlarını zorlayan sanatçı: Refik Anadol

Los Angeles’ta sergilenecek olan son çalışması ile insan beyninin sınırlarını zorlayan, eserleri ile her zaman bir adım ötesine uzanan ve sadece Türkiye’de değil dünyada adından söz ettiren bir sanatçı Refik Anadol.

1985 yılında doğan Refik Anadol, bir medya sanatçısı, yönetmen ve aynı zamanda tasarımcı. Uzun yıllardır Los Angeles’ta yaşıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım bölümünde eğitim aldı. Yaratıcı mecralara olan ilgili, henüz lisedeyken başladı. İstanbul’da doğup ABD’de oldukça güzel işlere imza atan, sanatını alışılmışın dışına ifadelerle icra eden ve etkileyici işlere sahip bir sanatçı olan Refik Anadol ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Son zamanlarda yaptığınız çalışmalar ile sadece Türkiye’de değil dünya çapında tanınır durumdasınız. Detaylandırmak gerekirse, bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Çok teşekkür ediyorum. Medya sanatçısı bir yönetmenim. Son 7 yılımı Los Angeles’ta geçiriyorum. 12 kişilik bir ekibim var. Hayalim olan sanat stüdyosunu kurmak için yaklaşık 7 sene önce Amerika’da ikinci yüksek lisansımı almak üzere yola çıktım. Bunun son 4 yılı, ekibimle beraber veri heykelleri, veri resimleri ve makine zekasıyla yani yapay zeka ile projeler üretiyorum.

BİLGİ’de lisansınızın ardından yine BİLGİ’de yüksek lisansınızı tamamladınız. Önce art director olarak başladınız ve devamında araştırma görevlisi ve part time eğitmenlik gibi görev tanımlarınız oldu. Bu süreç ile başlayacak olursak. Mezun olduktan sonra neler yaptınız, kariyerinizin ilk yıllarından söz eder misiniz?

Benim için BİLGİ’nin en önemli avantajlarından biri eğitim dışında da hayatımı devam ettirebilmekti. Bu şu demek demekti aslında. İhsan Derman, Esen Karol, Orhan Cem Çetin gibi pek çok değerli profesör ve hocanın yanında yer alarak hayata dair ilk adımımızı korkulu rüyalarımızdan biri olan “ajans dünyası”nda atmak değildi. Akademik şemsiyenin altında hem korunaklı hem de çalışmalarımıza devam edebildiğim çok ve çok faydalı olduğunu düşündüğüm bir dönemden geçtim. Bu dönem hem bana ilham verdi hem de araştırmalarıma devam etmeme olanak sağladı. Lisansımın 3. ve 4. yıllarında aslında kabaca ne yapmak istediğime emindim. Tabiki bunda BİLGİ’nin ve özellikle departmanın VCD bölümünün o dönemki şartlarda yaratıcılık anlamında en iyi öğrenci yetiştiren yer olduğunu hatırlarsak; BİLGİ’nin, Avrupa’ya açık ve “dünya insanı” olabilmemize çok yararı oldu. Dolayısıyla mezun olduktan sonra, hiçbir yere gitmeyerek okulda kalarak kariyerimin ilk yıllarını oluşturmaya başladım.

Antilop’un kurucu üyelerindensiniz. Burada creative director olarak görev aldınız aynı zamanda. Antilop ile başlayalım. Böyle bir mecranın ilk adımı nasıl oldu, nasıl başladınız?

Antilop projesi en yakın dostlarla ortaya çıkan bir fikir. Tasarım odaklı bünyelerin direkt markalarla iletişim kurması, sıkıcı ve kimi zaman da çok sığ kalan reklam ajansı dünyasına gitmesini çok mantıklı bulmadık. Dolayısıyla Antilop fikri tüm bu korkuların karşısında duran “tasarım ajansı” fikriydi. Bu fikri hayata geçirmek için de Moris, Efe ve Serkan olarak dördümüz projeyi ortaya çıkardık. Ben maalesef sadece iki yılında aktif olarak çalışabildim sonrasında ticaret ve sanatı keskin bir bıçak ile ayırarak akademik ve sanat dünyasına olan sözümü tutabilmek için ticaret ile olan ilişkimi kestim fakat Antilop çok değerli bir varlık olarak hayatına devam ediyor.

Şuan UCLA’da öğretim görevlisi olarak çalışmalarınızı sürdüyorsunuz. İstanbul’dan sonra Los Angeles’a geçiş… Los Angeles’ta yaşamak üretiminize ne gibi katkılar sağlıyor ve elbette dezavanatajları nelerdir?

Açıkcası şuan hiçbir dezavantajını görmedim; sevdiklerimi, dostlarımı, ailemi özlemek dışında. LA’yi seçme nedenlerimden biri takip ettiğim akım olan Light and Space yani ışık ve mekan akımının peşinden gitmekti. Sinemaya olan ilgim ve sevgim de bir diğer sebepti. Yüksek lisansa başvuru sırasında Harvard, MIT ve UCLA’den de kabul almıştım. Her okulu tek tek gezerek hem hocaları, hem insanları hem de öğrencileri tanımaya çalıştım. Fakat Los Angeles’ta içime ikinci bir ev hissiyatı geldi. Oranın çok fazla ilham veren bir şehir olduğuna inandım ki son 7 yıldır da bu fikrin doğru bir fikir olduğunu görmeye devam ediyorum. Sanatın ve teknolojinin sevgiyle ve merakla karşılandığı bir şehir. 92 dil konuşulan bir şehir aynı zamanda. Tüm bunlardan gurur duyan insanlarla bir arada olmak, ikinci bir evmiş gibi hissetmem için yeterli bir sebep.

Microsoft Research ve Research at Google gibi pek çok önemli ödüle sahip bir sanatçısınız. Bu ödülleri hangi çalışmalar sonucunda elde ettiniz, bugüne kadar ne gibi çalışmalara imza attınız?

Walt Disney Concert Hall’a hayal gördürme fikri bundan 6 sene öncesinde vardı. Fakat yabancı bir öğrencisin, çalışma iznin yok, o kadar büyük bir projeyi yapamazsın, böyle büyük bir şeyi hayata geçiremezsin gibi pek çok negatif geri dönüş yüzünden fikirden biraz caymıştım. Fakat Microsoft Research, her sene Seatle’daki ana binalarında dünyanın en iyi 10 okulundan çoğunlukla tasarım odaklı bir fikrin sahnede 8 dakika içinde Elevator Pitch denen bir formatta sunulmasını bekliyordu. Bu sunuma tek başıma gitme fırsatını buldum. O zamanki mentorum dedi ki sadece bir sanat fikrin var ve diğerlerinden çok farklısın, git ve aklında olanları sun. Ben de ona inandım ve üzerimde beyaz şortumla sahneye çıktım. O sırada öğrendim ki beni izleyenler arasında Bill Gates gibi dünyanın bilişim sektöründe önemli isimleri varmış. Bu önemli kişilerin önünde sunum yapma imkanım oldu ve çok büyük bir ödül olan En İyi Vizyon ödülünü kazandım. Bu ödül hem maddi hem manevi anlamda büyük bir ispattı aslında. Manevi olarak fikrin kabına sığmadığını, sadece bir sanat çalışması olmadığını ve çok değerli olduğunu hissettirdi. Maddi olarak ise Bill Gates gibi bir insanın koleksiyonuna giriyor olmak ve mentorluğuna sahip olmak çok değerli bir fikirdi. Research at Google ise çok daha enteresan bir proje ve ödül. Bu ödül belki de 10 yıllara yayılacak bir ödül hissiyatı. Google 2015 yılında yapay zeka algoritmalarını dünyaya yayarak yapay zekanın aslında şuan ki gelişim ve dönüşümüne ön ayak oldu. O dönemlerde stüdyom ile beraber dünyada ilk defa büyük veriyi heykel ve resme çevirdiğimiz için bu dönüşümün çok kıymetli olduğunu düşünerek benimle bir ortaklığa gitmeye karar verdiler. Tabi biz bir sanat stüdyosu olduğumuz için bir şirket satın almak gibi bir fikirleri olmadı. Bunun yerine, bizlerle nasıl ortak yapılabileceğini düşündüler. Bu sırada ben de tıpkı bir sanatça verilen pigment ya da fırça gibi yapay zeka algoritmaları ile proje yapmaktan keyif alacağımı söyledim. Onlar da bu fikri mantıklı buldular ve böylelikle bir iletişim ortaya çıktı.

Yaratıcı mecralara olan merakınız ne zaman başladı? Çocukluk hayalimi yaşıyorum diyebilir misiniz öte yandan?

Kesinlikle. Bıçak sırtı filmini izlediğim dönemler 8 yaşlarım civarıydı. O yaz alınan Comador 64 ve Comador 128 iki adet bilgisayarla beraber yaratıcı dünyaya adımımı atmış oldum. Her zaman sanatın bir şekilde kollarından yararlanmışım; video, fotoğraf ya da benzeri başka alanlarda… Ailem bunu hiçbir zaman engellememiş ve bu destek sayesinde tökezlemeden bugünlere kadar gelmiş.

Sanatınızda mimariyi tuval, ışığı ve veriyi ise materyal olarak kullanıyorsunuz. Teknoloji ise sanatsal üretimlerinizin merkezi konumunda. Çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Özellikle üç boyutlu video haritalama işleriniz ile tanınıyorsunuz…

2008 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğimiz Quadrature adlı projeyle beraber mimariyi tuval, ışığı ise materyal olarak kullanmaya başladım. Fakat verinin işlerim arasına girmesi 2011 yılında Yapı Kredi sanatın cephesinde Alper Derinboğaz ile beraber gerçekleştirdiğimiz İstiklal Caddesi’nin sesini 3 boyutlu haritalandırarak 3 boyutlu bir heykele çevirmemiz ile başladı. Bu çok önemli bir projeydi çünkü dünyada ilk defa ses gibi bir veriyi kullanarak yapılan bir heykel çalışmasıydı. Zorlu bir projeydi çünkü 3-4 hafta içinde hayata geçmesi gerekiyordu. Aynı zamanda çok öğretici bir projeydi. Bu projeden ilham alarak pek çok fikri geliştirdim. Özellikle son 7 yıl içinde bu fikrin üstüne koyarak projeler üretmeye devam ettim. Son dönemlerde Amerika’da LAD teknolojisi ile projeksiyondan daha öte bir teknolojiyle kullanıyorum. Yine bu alanda ilk defa hayata geçirilen büyük veri ile San Francisco şehrinde bir heykel oraya çıkardım. Adı Virtual Depictions. O projeden bu yana son 3 yıldır her işimde özellikle LED teknolojisi ile uzun ve kalıcı veri çalışmaları ile devam ediyorum projelerime…

Bugüne kadarki en ses getiren işlerinizden birkaçı olan Infinity Room ve Virtual Depictions ile devam edelim… Projelerdeki yola çıkma hikayeleriniz nelerdir?

 Infinity Room yüksek lisans çalışmalarım sırasında aklıma gelen bir projeydi. Fakat öğrenciyken projeyi hızlı bir şekilde hayata geçirebilecek maddi bir desteğim olmadığı için o proje Laptop’ımda bekleyen bir fikir gibiydi. 2015 yılında Zorlu PSM’de bir sergi açılacaktı. Artnivo ekibi bir fikrim var ise bu sergiye dahil etmeye hazır olduklarını söyledi. Ben de bu fikri raftan çıkardım ve mümkünse yapalım dedim. Böylelikle projeyi İstanbul’da hayata geçirdik. Infinity Room aslında bir nevi mimarinin teknoloji ve bilim ile bir araya geçmiş, gerçekliğin sorgulandığı, algoritmaların mekana form verdiği, sesin mekana form verdiği, yere baktığımız zaman yerin olmadığı bir gerçeklikte alternatif bir gerçekliğin üzerinizdeki psikolojik ve fiziksel olarak etkilerinin bir nevi araştırma olarak denendiği bir proje. Bugüne kadar projenin değmediği bir kıta kalmadı son 3 yılda. 1 milyondan fazla kişi deneyimledi. Bu aslında enterasan bir şekilde İstanbul’dan çıkan bir ilham projesinin tüm dünyaya yayılma hikayesi. Virtual Depictions ise 2015 yılında stüdyomu açtıktan sonra yaptığım ilk proje. Ekibimiz ile beraber en büyük hayalim, veriyi kalıcı bir materyal olarak kullanmaktı. Buradaki en büyük avantaj FB, Twitter gibi dünyaca ünlü dev teknoloji şirketlerinin hemen dibinde olan bir binanın lobisinde böyle bir proje ortaya çıkarmaktı. Tahmin edersiniz ki kahvesini alan herhangi bir yazılım mühendisinin öğle saatlerinde ilham almak için yolda yürürken gördüğü eser olmak ve bu eserin aslında bu insanlara hitap etmesi çok anlamlıydı. Virtual Depictions, dünyada ilk defa büyük veriyi kamusal alanda görülebilen bir heykele dönüştürebilme projesiydi. Proje hem beni hem stüdyomuzu bambaşka bir noktaya getirdi.

Ve Eriyen Hatıralar… Projeden bahseder misiniz?

Eriyen Hatıralar UCLA’deki çalışmalarım sırasında ortaya çıktı. Özellikle büyük veriyle ilgilendiğim son dönemde yapay zekanın da işin içine girmesiyle mahremiyet çok fazla kafamı karıştırıyordu. 21.yüzyılda insan olmak ne demek ve insana dair en mahrem veri nedir diye baktığımızda iki cevap ortaya çıkıyor; biri hatıralar, diğeri ise duygularımız. Şuanki sosyal mecralar ve algoritmalar sayesinde bu bilgileri ister istemez paylaşıyoruz. Fakat önümüzdeki 21.yüzyılın ortalarına baktığımız zaman yapay zeka gibi bilgiye ve büyük veriye aç bir sistemin, belleğimizdeki hatıralar ile muhakkak bir yerlerde buluşacağına değinen bazı öngörüler ve korkular vardır diye tahmin ediyorum. Eriyen Hatıralar burada ortaya çıkan ve enteresan bir şekilde ortaya çıkan bir proje. UCLA’ya bağlı olan bir labarotuar var. Orada beyin sinyallerinin üzerindeki etkiler üzerine çalışmalar yapan bir ekip var. O ekiple bir mail sürecim oldu. Projemden bahsettim. Hatıraların hatırlandığına dair sinyallerle bir proje yapmak istediğimi söyledim. Bunun için de büyük veriye ihtiyacım olduğunu söyledim. Onlar da ellerinde 707 kişiye ait bir araştırma havuzu olduğunu ve bunları bir proje üretilmesi karşılığında bana verebileceklerini söylediler. Bunun için benden belli başlı desteklerde bulunmamı istedi; bu verinin görselleştirilmesi ve yapay zeka ile verinin içindeki belli başlı bulguların daha hızlı tanımlanabilir bir sistem oluşturması. Çok hızlı bir şekilde ellerindeki veriyi aldık. Milyonlarca veri satırını eş zamanlı tarayıp bulabilen bir algoritmayı kullanarak hatıraları görselleştirebildik. Bu hatıralar ise olumlu sinyallerin bir arada olmasından kaynaklanıyordu. Daha sonra bu hatıralardan veri heykelleri ve veri resimleri yapmaya karar verdim. Plevneli Galeri’de yer alan sergi, tahminimce hala ülkemizde en çok gezilen sergi ünvanını koruyor. Sergide muazzam bir ilgi oldu.

BİLGİ ile yapalım söyleşimizin finalini. Başarılı bir medya sanatçısı, yönetmen ve tasarımcı olarak kariyer basamaklarında BİLGİ’nin ne gibi avantajlarını yaşadınız ve ileride sizin yolunuzda ilerlemek isteyen öğrencilere bu anlamda tavsiyeleriniz neler olurdu?

Bu sorunun 2 cevabı var. Birincisi, iyi bir eğitim kadrosuna sahip olmak bir üniversitenin başına gelebilecek en önemli şanslardan biri. İkincisi de bir arada olduğumuz dostlarımız. Bu iki kombinasyon bir araya geldikten sonra sanırım bir öğrencinin üstüne düşen görev o macerayı en dürüst en çalışkan şekilde bitirebilmek. Aslında bir nevi şunu fark ettim. Eğer öğrenmeyi öğrenebilirsek ve öğrenmeyi öğretebilirsek hiçbir bariyer ve sıkıntı kalmıyor. Şöyle bir laf vardır: imagination without execution is hallucination. Yani hayal kurmak, hayata geçiremedikten sonra halüsilasyondur. Bu sözün çok doğru olduğunu düşünüyorum. Hayal kurmaya devam edelim fakat hayallerimizi de gerçekleştirmeyi asla unutmayalım demek istiyorum.

Sanatseverleri bekleyen yeni projeleriniz ve gelecek planlarınız nelerdir?

Şuan çok keyifli bir şekilde LA Flarmoni Orkestrası ile yaptığımız projenin etkisini yaşıyoruz; hem basında, hem Amerika’da hem de dünya çapında. NASA ekibiyle bir heykel projemiz vardı yaklaşık 1 yıldır konuştuğumuz. Proje onaylandı. Şuan NASA’nın ana binasında bir veri heykeli çalışması yapıyoruz. Bir yandan Gates Foundation ile dünyadaki salgın hastalıkların iyileşme raporu üzerine olumlu bir heykel çalışıyoruz. Öte yandan da Birleşmiş Milletler’e dair 25 milyonluk fotoğraf veri arşivi ile yepyeni bir projeye yelken açtık.

Powered by Openmedia